İran ve Irak Neden Savaşmıştı?

Abone Ol

Türkiye 12 Eylül Darbesini yaşarken, 20 Eylül 1980’de sınır komşularımız İran ve Irak savaşa tutuştu. Biri Arap diğeri Farisi etnik yapıdaki bu iki Müslüman devlet, sekiz yıl boyunca savaştılar. Milyonlarca insan öldürdüler, güzelim şehirleri bombaladılar, Basra Körfezini ticaret yapılamaz hale getirdiler, petrol sahalarını tahrip ettiler ve sonucunda savaş öncesindeki konumlarına yani 1973 Cezayir anlaşmasıyla belirlenmiş sınırlarına geri döndüler.

Irak’ta yönetimde bulunan Baas Partisinin Sünni lideri Saddam Hüseyin, çoğunluğu Şii olan halkının İran’daki rejim değişikliğinden etkilenmesinden korkuyordu, daha yeni iç kargaşa yaşamış olan İran’ın zaaflarını fırsat bilip, hiçbir uyarı yapmadan saldırıya geçti. Eski defterler Irak tarafından açılmış, Basra körfezine giden yolları kontrol eden birkaç şehir işgal edilmişti. Saddam, İran’da ortaya çıkan sorunları istismar ederek kısa vadeli bir zafer kazanma hevesindeydi.

Mollalar, batıda eğitim aldıkları gerekçesiyle binlerce pilotun kafalarını kesmişti. Dünyanın ikinci en büyük hava gücü bu savaşın başlarında uçak kaldıramaz durumdaydı. Mollalar savaşı zamana yaymayı tercih ettiler. Irak uzun süreli krizlere dayanabilecek güçte değildi. Nitekim savaş uzadıkça nüfus ve diğer milli güç unsurları açısından kuvvetli olan İran, daha avantajlı hale geliyordu.

Sekiz yıl süren bu anlamsız çatışmadan yorulan komşularımız, Birleşmiş Milletlerin 1988’de çıkardığı karara uydular ve eski sınırlarına geri çekildiler.

Geriye dönüp bakıldığında yakın geçmişte yaşanan tek gerçek; milyonlarca genç insanın hayatının sonlanması ve bu sayının kat be kat fazlasının sakat kalması olmuştur. Yanı başımızdaki hayret verici bu kıyım bize hep kurucu önder Mustafa Kemalin ‘’Ulusun Yaşamı Tehlikeyle Karşı Karşıya Kalmadıkça Savaş Bir Cinayettir’’ sözünün ne kadar isabetli olduğunu hatırlatmaktadır.

Orta seviye bir zekâ kapasitesiyle düşünüldüğünde her iki ülkeye zarar verdiği açıkça görülen bu savaş nasıl başladı ve neden sekiz yıl sürdü? Sorunun cevabı, otokratik yönetimlerin, kurdukları düzenin istikbaline yönelik gelişecek muhalefeti susturmak için düşmanlar üretme eğiliminde saklıdır.

Otoriter yönetimler sürekli olarak; ‘’Kritik bir dönemden geçiyoruz.’’ , ‘’Şu eski vesayet yönetimlerini bitirene kadar sabredin.’’ diye tekrar eder dururlar. Toplumun bu kritik dönemin bir türlü bitmeyeceğini görmeye başlaması durumunda, ülke içindeki gerilimleri kaşıyıp, kontrollü, düşük yoğunluklu çatışmaları tetiklerler. Çünkü kritik bir dönemden geçilmektedir ve safları sık tutmak gerekmektedir.

Otokratlar tarafından toplumu sürekli olarak gerilimle yönetmek zorlaştıysa, yakınlarındaki ülkelerin hassas noktalarına dokunmaya başlanır. Sınırlardan fazla ileriye taşırmadan yürütebileceğin bir savaş çıkarma ihtimali var ise bundan kaçınılmaz.

Saddam Hüseyin ve mollalar tarafından yapılan da tam olarak yukarıda açıklanan hareketlerdir. İran’da Molla Yönetimi savaşa ihtiyacı kalmadığı için geri çekilip savaşı bitirdiğinde, Saddam, Kuveyt’e saldırmıştır. Tiran, halkının iyi yönetilme ve bu sayede günlük yaşamında kaliteyi artırma isteğini hiç düşünmemiştir.

Bu megaloman muhteris, Halepçe’de yaptığı acımasız kimyasal saldırıdan sonra, Kerkük, Musul, Erbil ve Dohuk’ta, belli aralıklarla halkın üstüne helikopterlerden un serptirmiştir. Kimyasal saldırı olduğunu düşünen insanlar günlerce sokağa çıkamamışlardır.

Diğer tarafta İran’ın otokrat Mollaları, savaş boyunca rejimi ülkesine iyice yerleştirmiş ve kendine benzeyen, batı karşıtı cephenin enerji kaynağı olmuşlardır. İran’da savaş sırasında kaybedilen canların hesabını sorgulamak halen mümkün değildir. Kırklı yaşlardaki insanlarla tokalaşırken, onların protez ellerine dokunduğunuzda, geçmişte yaşanan acıları hissedersiniz.

Kum şehrinde yüksek duvarların içinde sefa süren bu otokrasi meraklıları, sömürdüğü insanlara nasıl daha iyi Müslüman olacaklarını öğütlemektedirler. Şeriatın içinde hiç olmamış; rüşvet, muta nikâhı, sınırsız gözaltılar ve işkence uygulamalarını İslam adına yürütmeye devam etmektedirler.

Karizmatik, babayiğit liderler tarafından yönetilmeyi ve onların uluslar arası sistemin tekerine taş koyduğunu görmeyi bütün Ortadoğu Milletleri görmek isterler. Bireyler, onlarla kendilerini özdeşleştirirler. Bu durum geçici bir mutluluk verir. Ancak halkın teveccühünü bir şekilde kazanmış olan liderler, yönetirken hukukun üstünlüğüne ve milli egemenliğin tecelli etmesine izin vermelidirler.