Tabularasa’nın anlamını öğrenene kadar kendimi ne kadar az tanıdığımı fark etmemiştim. Tabularasa, hepimizin “boş birer tabela” olarak, kendimizi bulma kapasitesiyle dünyaya geldiğimizi, doğuştan bildiğimiz veya inandığımız hiçbir şeyin olmadığını iddia eden bir görüştür. John Locke’un bu görüşüyle felsefeye ilgi duymaya ve kendimi ve yaşamı sorgulamaya başladım. Bildiğim ve sorgulamaya bile gerek duymadığım her şeyin benim aklıma nasıl kazınmış olduğunu fark edince inanamadım. Bu fikirler üzerinde düşündükçe bildiğim her şeyden daha da şüphe etmeye ve her şeyi sorgulamaya, daha önce denemediğim, asla yapmam dediğim veya emin olduğum şeyleri denemeye başladım. Bir insan bu kararı verdiğinde hayat onun karşısına ona bir şeyler öğretecek insanlar ve fırsatlar, olumlu ya da olumsuz deneyimler getiriyor. Aslında siz de hayata dönüp baktığınızda, o an başınıza gelebilecek en kötü olay olduğunu düşündüğünüz şeylerin, ya da çok önemsiz bulduğunuz küçük olayların, şu anki kimliğinize ve yaşamınıza neler katmış olduğunu göreceksiniz.
Tüm bunları fark ettikten sonra yaşadığım şüpheler beni bir yeniden doğuşa yöneltti. Kafamdaki her bir düşünce, inanış, sorgusuz alışkanlık bir bir gözden geçirildi. Hiç korkmadan. Doğru saydığım birçok şeyin aslında sebepsiz, mantıksız, dogmatik şeyler olup, dünyadaki düzmece kontrol mekanizmasıyla eninde sonunda bağlantılı olduğunu fark ettim. Özellikle bir kadın olarak bunu anlamam daha kolay oldu, çünkü kadınlar üzerine dikte edilen dogmalar çok daha mantıksız, fakat çok daha inanılası ve sorgulanmamış. Buradan tabularasanın gerçek olduğu varsayımıyla ilerlersek fark edeceğimiz çok şey var. “Ben neden yaşadığımız şekilde yaşıyorum? Böyle yaşamayı bana kim öğretti? Beni ben yapan şey nedir ve ben neden buradayım?”, bunlar yaşamımda kendime sorduğum en önemli sorular oldu. Belli bir noktadan sonra soru sormaktan korkmak aklımın ucundan bile geçmemeye, aksine bir hayat tarzına dönüşmeye başladı. Buna öylesine alıştım ki, insanların nasıl kodlanmış robotlar gibi amaçsız ve iradesiz yaşadığını açıkça görebilmeye başladım. İçim acıdı.
Hayatı tamamen başkaları tarafından yönetilen aşırı örnekleri kenara bırakıp, okumuş, meslek sahibi, haklarını bilen, kendini tamamen özgür bir birey olarak gören, hatta bununla övünen, fakat ne yazık ki bunun yanından dahi geçmeyen bazı insanları düşünelim. Hepsi değil tabii ki, ama böyle birçok kişiyle karşılaştım. Hayattaki amaçları “özgür olmak” olan. Özgürlük için bize ne gerekir peki? Para. Peki ya para için? Bir meslek. Ama yetmez, bu öyle bir meslek olmalıdır ki, insanlar sizi görünce titremeli, ceketlerini iliklemelidirler. O zaman şuna meslek değil de, “saygın bir meslek” diyelim. Doktorluk olsun bu meslek mesela. Doktor olmak kolay değil, insan bunun için yıllarca, geceden sabaha çalışmalı, ödün vermeli. Ama en başta tüm bu özveriyi yapabilmek için bu mesleği istemeli, sevmeli. İnsanları, onlara yardım etmeyi, tıbbı sevmeli bu kişi. Peki bizim hipotetik çocuğumuz bu mesleği neden istiyordu? Hayatının kalanı boyunca saygı görüp para kazanmak için mi, yoksa bir tutkusunu gerçekleştirmek için mi? Cevabı biliyoruz. Bu insan hayatının bir bölümünü ders çalışarak, diğerini para kazanarak geçirecek. Saygı duyulacak ona, tepeden bakacak diğerlerine, ne de olsa o hayatta yolunu bulmuş, doktor olmuş. Fakat bu insan hayatındaki hiçbir seçimi kendisi yapmamış, hiçbir şeyi sorgulamamış, kendini ve hayattaki varoluş sebebini bulamamış. Bir süre sonra ego ve hırs, onu tüketecek. O çalışacak, para kazanacak, çalışmadığı kısacık zamanlarda bu parayı harcayacak fakat mutsuz olacak. Sebebini ise kimse anlamayacak. Fakat eğer onun tutkusu tıp, insan hayatını kurtarmak olsaydı, o hayatının bir günü bile çalışmayacaktı. Karşısına çıkan şeyleri iş olarak değil fırsat olarak görecek, hevesiyle hayatına yeni bakış açıları çekecek, kendine güvenini artıracaktı. İnsanların düşüncelerini umursamayacak, başkalarının düşüncelerinden korkmayacaktı. Kendine güvendikçe kendini tanıyacaktı. Zaten sevdiği şeyi bulmuş insan, kendini tanıyan insandır. Sevdiği şeyi bulmuş insan, tehlikeli insandır. Kullanılamaz, kontrol edilemez, baskı altına alınamaz; neyi istediğini, neyi neden yaptığını bilir. Onun tabelasında lekeler, karışmış, silik yazılar yoktur artık. Olumlu veya olumsuz, hayatta karşısına çıkmış her şey ve herkes ona bir şeyler öğretmiştir. Ona güç vermiştir. Kolay kolay sızlanmaz, pes etmez. Yaşamı sever çünkü. Kötü zamanların iyilerin değerini artıracağını bilir. O, deneyimlerini tabelasına olduğu gibi yazmaz, sebebe ve sonuca bağlar. Bir şeyler öğrenir bunlardan. Başkalarına tepeden bakmaz, egosunu tatmin edecek insanlara ihtiyaç duymaz. Çünkü başkalarının takdiri olmaksızın, saf ve temizce mutludur. Ve biliyordur: Çağdaş insan okumuş insan değildir, çağdaş insan düşünen insandır.